Ayıp Değil ya | Yazar Günay Aktürk

Ayıp Değil ya

ayıp değil ya

Ne yazıp ne anlatabilirim ki size? İş yaşamaya gelince kırıp döktüğüm bir kadına duyduğum duyguları anlatmanın ne önemi var! Alçakça bir davranış bu. Kendini temize çekmek! İstesem cümlelere öyle bir yön verirdim ki werther’e duyulan acıdan aynı oranda ben de nasiplenirdim. Ama hakkım değil bu övgü! Kendime ondan bahsetmeyi bile yasaklamalıyım. Çünkü gecenin bir yarısı kendi sesimi işitiyorum bomboş bir gezegende ki, uzak mahallelerden duyulan şu köpek ulumalarından farkı yok bunun.

O kadının kim olduğunu, onunla nerede tanışıp nasıl ayrıldığımızı (konuşmalarıma bakılırsa ayrılmış olmalıyız) anlatacağımı sanıyorsanız, evet bunu yapak istiyorum. Çünkü bu asla sonu gelmeyecek bir sanrı. Saplantı da diyebilirsiniz. Ama hissedilen duyguların her geçen gün daha da ağırlaştığı bir yaşam karşısında hangi kelimenin ne anlama geldiğinin ne önemi var…

Evet! İnsan insanla nasıl karşılaşırsa biz de öyle karşılaşmıştık işte. Kocasını savaşta kaybetmişti. Evi de yakılıp yıkılınca bir çocuğuyla kalakalmıştı ortada. Kocaman, asırlık bir çınarın altında oturuyordu onu gördüğümde. Hani eksi otuz derecede donup kalmış insanlar vardır ya, başları önlerinde, gözleri açık ve bakışları bu civarlarda olmayan bir anıya kilitlenmiş gibidir. Kızına sımsıkı sarıldığı o kısacık anda aklıma üşüşen şeylerdi bunlar. Gerçekte ne yaşadığının ne önemi var ki? Ayıp değil ya çoktandır ölü olduğunu düşündüğüm duygularım ayaklarını oynatmaya başlamıştı. Şöminenin başında uyuyakalmış bir kedi gibi mırıl mırıl mırıldanıyordu yüreğim. Uzatmayalım. Aradan birkaç sene geçti. Onunla sevgili olduğumuz gün, ülkem yavaş yavaş karanlığa bürünüyordu. Yaklaşan karabulutları görebiliyordum lakin bu gizli kasırgayı ‘bizden’ uzaklarda hayalleme gafletinde bulunmuştum bir kez. Onu hep böyle talihsiz toplumsal olaylarla hatırlıyorum. Çünkü yaşamla bir bütün halinde sevmiştim onu. Yani onun sahip olduğu toplumsal statüsünü, zenginliğini, giydiği pahalı elbiseleri ve makamını elinden alırsanız geriye ne kalıyorsa, işte ben de tam olarak ona âşık olmuştum. Zekâsı ve kadınlığı baştan çıkartıcıydı.

Ha bakın, neredeyse unutuyordum. Onun nasıl gülümsediğinden bahsetmiş miydim laf arasında? “Bana ne” deyip de ensemde boza pişirmeyin yine gece gece. Sizin de gülüşlerine vurulduğunuz, aynı kareyi yüzlerce defa anımsadığınız ve akla karayı ters düz eden birileri mutlaka olmuştur. Biliyorsunuz! Hepsi birbirine benzer duyguların. Siz bu ihtirası hangi mevsimde yaşadınız bilmiyorum ama yaprak döküyordu bizimkisi. Başını sağ yana çevirip içten mi yoksa yapmacık mı olduğunu asla anlayamadığım bir garip gülüşü vardı onun. Kahkahaları sanki uzun bir yolculuktan dönmüş gibiydi. Son zamanlarda sık sık aklıma geliyor yüzü. Ayıp değil ya özlediğim bile oluyor. Buna uzun zaman önce son vermeliydim.

İktidarın başımıza yenice çoraplar ördüğü bir gündü. Elimden tuttu. Bunun bana bir uyarı olduğuna inanacak kadar batıl inançlarım yoktu. Önünü sonunu düşünmediğim bir yoldu bu. Bunun bende sürekli tekrarlayan bir alışkanlık olduğunu saklamayacağım. Zekâyı ve onun öngörülerini görmezden geldiğim tek şey aşktı. Bunu bir araba yolculuğuna benzetiyorum. Aşkla zekânın aynı arabada yolculuk ettiği bir kış akşamına mesela… Direksiyonda oturan aşkın burnuna bahar çiçeklerinin kokusu geliyordu. Kendini hala ağustos ayında zanneden soluk bir güneş, yeryüzünün keskin ayazını kırma çabasındaydı!

Yüreği sevince boğuldukça ibre daha da yüksek bir rakama tırmanıyor, bu da yan koltukta elleri ve kolları emniyet kemeriyle bağlanmış zekânın endişesini arttırıyordu. Bu talihsiz yolculuğun kırılma noktasını pek hatırlayamıyorum. Tam seçemediğim bazı görüntüler var. Şarampole yuvarlandıkları kesin ama ilk bakışta aşkı göremiyorum. Ama zekâ… İşte yanan bir arabanın içinde emniyet kemerinin sıkı sıkıya tutsak ettiği zekâ, hem bilinci karmaşık bir halde yarı baygın yatmakta, hem de öfkeli mırıltılarla sövüp saymakta aşka.

Beyaz giysili bir kadın kurtarıyor onu. Sürükleyip çekiyor açık bir alana. Zekânın şakağından kan sızıyor. Durumu kritik. Ama asla can vermez delirmedikçe! Beyaz giysili kadın kurtarmaya kararlı onu. Kalp masajı sırf aşka yapıldığı için, bu müdahale işe yaramaz, zira zekâda kalp yok! Hayat öpücüğünde kararlı kadın. Üstelik tek yolu da bu! Kadın, dudaklarını zekânın dudaklarına dokundurduğunda, yaptığı şeyin ölümcül bir hata olduğunu anlayamazdı elbette. Canını daha yeni kurtarmış olan zekâyı görmeliydiniz! Yeni bir bedende yamacına gizlice sokulmuş yeni bir tehlikenin varlığını görünce, saçlarından kavradığı gibi savurup attı bir yana! Kendini silkeleyip olanları hatırladığında çevresine bakındı. Alevler içinde yanıyordu araba. Umutsuzca aşkı aradı gözleri.

Bir süre bulamadı onu. Aşk, en az otuz metre ileride kan revan içindeydi. Bir koluyla bir bacağı kopmasına rağmen sanki hiçbir şey olmamış gibi bir yandan sürünüyor, bir yandan da sevinç çığlıklarıyla şarkılar söylüyordu. Anlaşılan ya şoka girmiş ya da normal karşıladığı bu kazayı, yaşamın bir parçası olarak görüp solumaya devam ediyordu hissettiği duyguları. Zekâ, küçümseyici gözlerle bakıp sövüp saydı bir iki. Yumruğunu sıkıp, “Allah senin belanı versin” deyip tükürdü bir güzel. Sonra ne mi oldu? Kendi yoluna gitmedi. Kendine ait, aşktan bağımsız bir yol yoktu onun için. Aşkla zekâ, tıpkı bir kaplumbağa gibi, kabukla et nasıl ayrılamaz bir bütünse, onlar da öyleydiler. Kalktı, bir ayağı aksayarak yürüdü vardı yanına. Aşk, zekânın gözlerinin içine bakıp bir süre memnun süzdükten sonra bir kahkaha patlattı. Ve dedi ki, “tam virajı dönüyorduk kiiii, oooww uçuyoruuz. Hahahah. Nasıl bağırdığını hatırlıyor musun zekâ? Seni zavallı korkak! Hahaha.” Zekâ alışkındı aşkın bu tür zevzekliklerine.

Aldırmadan kucakladı ve aldı kollarına. Bir ayağı ve bir kolu yoktu artık. Ama yakın zamanda yenileri çıkacaktı yerinden. Daha işlevsel, daha güçlü ve daha kullanışlı… Tıpkı bir yılanın deri değiştirmesi gibi… Donanımlı ve profesyonel bir hekimdi çünkü Zekâ. Her zaman aşkın ardını toplar, kan izlerini siler ve yeni bir çiftlik evine taşırdı onu. Aşk, sağlam kalmış tek kolunu zekanın boynuna dolayıp hayran baktı ona. Ve dedi ki: “Sevgilim, yine pırlanta gibi parlıyorsun bugün. Hahaha.” Zekâ, başını bir sağa bir sola sallayıp belli belirsiz güldü. Yorgundu aşk. Onlarca dakika konuştu da konuştu. Sonra ağır ağır yarım kaldı birkaç cümlenin sonu. Başı zekânın göğsüne düştü ve derin bir uykuya daldı. Zeka yine acıyan gözlerle baktı ona. Daha bir sıkı kavrayıp daha bir sıkı kucakladı. Yürüdüler ufuk çizgisine doğru…

Arkalarından bakan biri vardı bu sırada. Uzun uzadıya bakıyordu. Aklını yitirmiş bir delinin boşluğa bakması gibi… Görmüşler miydi onu? Bilmiyorum…

Yani ben de öğreniyorum işte sevmeyi. Ayıp değil ya … Kara sevdaya tutulan insanların yaşamlarındaki aşk daima tek kişilik oluyor. İki kişilik olduğunu söyleyen şairler de var. Ama ben bunun üç kişilik versiyonunu da gördüm. Bazı insanların yaşamlarına başını yanlışlıkla uzatanların başları pencere pervazında parçalanır! Daha fazla detay vermenin anlamı kalmadı artık. Lakin insan olabilmenin bu acımasız sınavında sınıfta kaldım ben. İlk bakışta gördüğüm tek şey, enkaza dönmeden önce cayır cayır yanan bir arabaydı! Ağır ağır uzaklaşan iki siluet vardı ötelerde. Uzun zamandır arkalarından bakıyorum onların. Aklını yitirmiş bir delinin boşluğa bakması gibi…

O kadın mı? O bensiz daha mutlu değil. Daha mutsuz da değil. Sadece var işte. Kendi başına mutlu olmayı da beceremez o. Yalnız ve bolca çığlıklı kadınların bir yanı çürümüştür çünkü. Onunla beraberken bile hissedebiliyordum bunu. Bazen güldürmek, değilse bile düşündürmek lazımdı. Yaptım. Ve kaybettim…

Benimkisi kara sevdaya mı dönüşmüştü bilmiyorum. Ama bir soru soracaksanız, çaresizliği sorun bana. Onun çevirisini bozuk bir Fransız aksanıyla bile yapabilirim. Bir közün bir et parçasına değdiğinde çıkarttığı sesmiş, kara sevdanın çaresizliği. Hepsi bu kadar…

 

Günay Aktürk
Ankara
18.10.2017