Kurt Hikayesi | Yazar Günay Aktürk

Kurt Hikayesi

kurt hikayesi

Çok çetin geçiyordu kış. Kar o sene o kadar çok yağmıştı ki, tüm kasaba bütün bir kış boyunca dışarı adımını atamamıştı. “Adeta bembeyaz bir kara kış” diye söylendi İsmail. Beyazın kara ile kurduğu ahenge şaşırmıştı. Kötülükler güzelliklere musallat mıydı her zaman? Bu düşüncesinden ötürü huzursuzluk hissine kapıldı. Kalkıp, bir alev topu gibi yanmakta olan sobaya doğru yürüdü. Mutfaktan aldığı ince belli bardağa çayını doldururken, dışarıdan gelen rüzgâra kulak kesti. O an nereden geldiyse aklına, gecen sene tipide yolunu kaybeden arkadaşı Hidayet’in yıllar önce söylediği bir sözü anımsadı; “bir kopek gibi uğulduyor bizim kara kış!”

Pencerenin önüne oturup dışarıyı seyretmeye başladı. Saat sabaha karşı beşti. Karanlıkta gördüğü şey beyaz bir kasırgayı andırıyordu. Kar o kadar yoğundu ki, şiddetli rüzgarın da etkisiyle, tam anlamıyla beyaz bir kaos hakimdi dış dünyaya. Pencerenin hemen önünden başlayarak elli metre boyunca devam eden alan bir ağaç cennetiydi sanki. Hemen yukarısında da bir üzüm bağı vardı. Aslında burası, kilometrelerce uzunluktaki üzüm bağlarının en alt kısmında yer alıyordu. Buradan başlayarak tepelere doğru uzanan koskoca bir üzüm cenneti… Görsel olarak bir üzüm cennetini andırsa da, İsmail, bunun farkına asla varamayacaktı. Çünkü gerek yaşamına, gerek yaşadığı olaylara, gerekse karşılaştığı insanlara bir bütün olarak bakmayı beceremediği gibi, doğanın güzelliklerine de bir bütün olarak bakamıyordu. Her maddeyi ayrı ayrı değerlendirmek ortadaki bütünlüğü bozuyordu. Ama bu durum İsmail’in pek de umurunda değildi. İsmail için hayatta gerçek olan tek şey, bir günün yirmi dört eşit parçaya bölünmüş olup, geceleri uyuyup gündüzleri uyanık kalma gerçeğiydi! Ama bu düşüncelere neden inandığını da hiçbir zaman sormamıştı kendine. En basitinden zamanın bütünlüğünü göremediği için, gökyüzündeki ayın gündüz vakti insanoğlunun hiçbir işine yaramayacağına inanıyordu. Kendi çıkarlarıyla ortak bir nokta göremiyordu zira…

Yarım saat sonra kalkıp kapıya doğru yürüdü. Üzerine pardösüsünü giyip boğazına atkısını doladı. El yapımı kalın beresini bir süre aradıktan sonra salondaki koltuğun üzerinde buldu. Ayakkabılıktaki kışlık askeri botlarını çıkartıp ayağına giydi. İsmail bir askerdi. Yani bir zamanlar askeriyeden atılmadan önce. Bir süre ayağındaki botlara baktı. Parça parça anılar gelip geçiyordu gözlerinin önünden. Gerçekte askeriyeden atılması İsmail’in suçu değildi. İlk zamanlarda bunu kendine yediremese de, zamanla kendi de alıştı buna. Geçmişi geçmişte bırakıp dışarıya çıktı. Sert bir rüzgâr: ”merhaba” dedi İsmail’e! Birkaç adım atınca, bu saatte dışarı çıkmanın pekte akıllıca bir karar olmadığını anlasa da geri dönmedi. Bir süre evin önünde durdu. Ev kasabanın girişindeydi. Hemen önünde ise kasabanın içine giden yaklaşık bir buçuk kilometrelik bir yol geçiyordu. Her ne kadar kar tüm yolları kapatmış olsa da bu yoldan gidebilirdi. Ama nedendir bilinmez, son anda fikir değiştirerek evin arkasına yöneldi. Oysa orası değil yürümek, adım atmak için bile uygun bir yol değildi. Aslında orada yol bile yoktu. Üzüm bağlarının içinden geçip tepeye, en tepeye tırmanacaktı. Ve böylesi zor şartlar altında İsmail’in neden o yolu seçtiği kıyamete kadar bir sır olarak kalacaktı. O kadar da önemli değildi aslında.

Peki, nereye gidiyordu İsmail? Hem, günler çuvala mı girmişti ki sabahın bu kör saatinde, bu fırtınada yola çıkmıştı? Rivayet odur ki, bir bayram gününe denk geliyordu bu fırtınalı sabah. Ve annesinin mezarını ziyarete gidiyordu. Bu saatte! Gerçi bir önemi yoktu gerçeğin. Çünkü rivayet odur ki, İsmail’de rivayetlere pek inanmıyordu.

Evin arka bahçesine geçtiğinde biran durdu. İsmail’in henüz bir askerken aldığı ve adeta bir cellat olarak yetiştirdiği kurt köpeği vardı. Askeriyeden atılınca ister istemez onu da getirmişti beraberinde. Eğitimli bir köpekti. Adını da hayırsız koymuştu. Çünkü ne zaman köpeğe ihtiyacı olsa ortadan tüyüyordu. İsmail bu durumu, köpeğin normalinden fazla eğitilmiş olmasına bağlıyordu. Köpeğe birkaç kez seslendikten sonra okkalı bir küfür savurdu ve yola düştü. Yerde bir diz boyu kar vardı. Bir batıp bir çıkmasına rağmen bu durum İsmail’i pek etkilemiyordu. Henüz fazla gitmemişti ki on beş metre ilerideki bir ağacın altında bir karartı gördü. Ya da ona öyle geldi. Biraz daha ilerleyince karartı hareket eder gibi oldu. Orada sanki pusuya yatmış birisi vardı. Korktuğunu belli etmemek için durdu ve karartıya doğru bakmaya başladı. Dakikalar geçiyor, ne oradaki karartı ortaya çıkıyor ne de İsmail bir adım atmaya cesaret edebiliyordu. İyice tedirgin olmaya başlayan İsmail etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Eline geçirdiği irice bir sopayı kavrayıp (nereden bulduysa hemen) iki adım atıp durdu. Karartıdan hala bir tepki gelmiyordu. Sabrı taşmıştı artık İsmail’in: “Yeter ulan! Ortaya çık da kafanı parçalayayım şu sopayla!” İsmail’in tehditkâr narasıyla aniden yerinden fırlayan karartı bir anda sıçrayarak havlamaya başladı. Karanlıktaki karartının kendi köpeği Hayırsız olduğunu fark etse de, başından kaynar sular boşalmıştı. Birkaç küfür savurduktan sonra yoluna devam etti:

– Bana bak hayırsız! Ne kadar da meraklıymışsın adına laik bir köpek olmaya. Köpek dediğin kapının önünde bekler. Ne işin var senin burada?

Ama Hayırsızın aldırdığı yoktu pek, havlamaya bile tenezzül etmiyordu. Zaten İsmail’de Hayırsızın nazarında garip bir canlıydı! Konuşmayı da bilmiyordu hem! Ama kendisi öyle miydi? Hem askeri bir eğitimden de geçmişti. Ne de düzgün havlıyordu öyle! Ama bu uzun boylu varlık nasıldı? Sürekli homurdanıp duruyordu. Daha konuşmasını bile öğrenememiş ilkel bir varlıktı. Aynı zamanda yeryüzünde milyarlarca İsmailgiller vardı. Tabi İsmail’in haberi bile yoktu köpeğin bu hain ve kendini beğenmiş düşüncelerinden…

Az gittiler uz gittiler ne de fazla yol gittiler. Bayağı yorulmuştu İsmail. Yiğit İsmail! Askerden atmışlar garibi. Belki de yalandı. Rivayet bu canım en nihayetinde. Belki de operasyona gidiyorlardır şuan. Kim bilir? İsmail’e sormak lazım! Ama İsmail yorgun, kar diz boyu, koca asfalt yolun suyu mu çıkmış? Vardır bir bildiği İsmail’in. Asker kökenli. Dedesi de Osmanlı veziriymiş zamanında! Çok yalandan kellesini vurdurtmuş padişah. Vurdurtur tabi. Adam padişah. O padişahsa bu da İsmail. Sen padişah mısın İsmail? Yine de bir bildiği vardır İsmail’in. Yoksa deli mi de bu yolu seçsin? Haber gelmiş İsmail’e. Kasabanın yoluna mayın döşemiş teröristler. İsmail saf mı, bilmiyor mu sanki? Amerikan gizli servisi bile peşinde İsmail’in. Ne yapmış İsmail? Ne yapmamış ki… Kurtuluş savaşında koca bir Yunan çetesini alaşağı etmiş. Yok canım! Ne olacaktı? Yunanın eli silah tutan tüm çeteleri İsmail’in peşine düşmüş. Ben diyeyim yüz, siz deyin iki yüz kilometre boyunca kovalamışlar İsmail’i. İsmail yorulur mu? Onun amacı başka! İsmail önde yunanın çetesi arkada İzmir’e kadar götürmüş bunları. İzmir’den de denizin kara dibine dökmüş çete bozuntularını.

Düzlük bir alana gelince durdu İsmail. Çevresinde sonsuz bir beyazdan başka bir şey yoktu. Yolunu mu kaybetti sandınız? İsmail bu, aklını kaybeder de yolunu kaybetmez. O an köpeğe bir bakış fırlattı ki köpek huzursuzlandı: “Burada kamp kuruyoruz Hayırsız!” İsmail şakalaşmaya çalışıyordu köpekle. Ama köpek gülmüyordu. Geçen sene tipide kaybolan arkadaşı Hidayet geldi aklına. Ama fazla düşünmek de istemiyordu bunu. Ne kadar çok düşünse o kadar çok üzülüyordu. Dişlerini sıktı. Hidayet bir garip çoban! Kar yolu kapatınca yol bilmez iz bilmez. Ama bu yörelerin kışı da hep böyle olmaz mı? Kar bir defa yağmaya görsün, at izi it izine karışır. Hidayet bunu bilmiyor muydu? Bilmez olur mu? Ama işte…

Bir an Hayırsıza baktı İsmail. Sanki bir gariplik vardı bu hayvanda. Taş kesilmiş, kulaklarını öylece dikip kalmıştı. Dondun mu Hayırsız? İt milleti bu, kanı hızlı akar! Lakin taşta ses var Hayırsız da yok. Bir daha seslendi İsmail. Bir daha bir daha… Sonuncu seslenmede hırlamaya başladı Hayırsız. Kuduz mu oldun it oğlu it? İsmail kafasını çevirip köpeğin baktığı yöne bakınca adeta kanı çekildi. Karşı yamaçtaki tepeden aşağı doğru iki tane kurdun öyle bir inişi vardı ki, İsmail biran yuvarlanıyorlar sandı.

Aralarında fazlaca bir mesafe yoktu. Kurtlar iyice yaklaşmıştı ki İsmail kendini toparlayıp elindeki sopayı sıkıca kavradı. Kurtlar ile aralarında on beş metre ya var ya yok, Hayırsızın atılmasıyla kurdun birini yıkması bir oldu. Hayırsız bu, bırakır da kaçar mı hiç İsmail’i? Hayırsız, kurt ile yaman bir cenge tutuşa dursun, diğer kurt da fırladığı gibi yedi metreden İsmail’in üstüne atlayınca beş metre yuvarlandı İsmail. İsmail bu, yuvarlanır. İsmail henüz kalkmaya fırsat bulamadan ikinci hamlesini yaptı kurt. Keskin dişlerini İsmail’in tam boğazına geçirecekti ki ani bir hamleyle kurdun tam ağzından yakaladı. İsmail bu yakalar. Kurt, kanındaki vahşi doğası gereği öyle bir saldırıyordu ki, İsmail bile İsmail iken başa çıkmakta zorlanıyordu. Kurdun zayıf bir anından faydalanan İsmail, kurdun ağzının tam orta yerine öyle bir yumruk çaktı ki, azgın kurt neye uğradığını şaşırdı. Lakin yere düşmesiyle kalkması bir oldu.

Üçüncü bir hamleyle üstüne atlayıp keskin dişlerini İsmail’in sağ omuzuna geçirince İsmail’den acı bir feryat yükseldi. İyice sinirlenen asker asıllı İsmail, kurdun boğazına yapışınca, ister istemez nefesi kesildi kurdun. Dişlerini İsmail’in kaslı omuzundan istemeyerek de olsa çeken kurdun boğazını sol koltuğunun altına aldı ki, (İsmail bu hamleyi çok seviyordu) kurt dile gelse İsmail’den af dilerdi. Buna rağmen kurdun güçlü kaslarıyla baş etmekte zorlanıyordu. Bir ara hayırsıza baktı. Her ne kadar ölümcül yaralar almış olsa da, canla başla dövüşüyordu. Bu durum İsmail’in hoşuna gitmişti ama kendi durumu oldukça kritikti. Üstelik gücü de gittikçe tükeniyor, yeni bir strateji geliştirmesi gerektiğini düşünüyordu. En nihayetinde aklına parlak bir fikir geldi. Ah kuyruğundan bir tutabilse iş tamamdı. Ama aksilik bu ya, kurdun götü ters taraftaydı. Ne yapıp edip o kuyruğu eline dolamalıydı. Yoksa kurt İsmail’in işini bitirecekti.

O anda hiç beklenmedik bir şey oldu. Bizim azgın kurt can havliyle İsmail’in elinden kurtulmaya çalışırken dengesini kaybedip yere düşmüş, İsmail’in sağ eli de kurdun tüm bedenine ulaşabilecek pozisyona gelmişti. Bu fırsatı kaçırmamalıydı. Son bir gayretle kuyruğunu yakalamayı başardı. Bu defa kurt iyice huylanmıştı İsmail’den. Ama İsmail bu halde yine bir şey yapamayacaktı. Ani bir hareketle sol dizini kurdun boğazına sıkıştırdı ki neye uğradığını şaşırdı zalım kurt. İsmail’in sağ yanında irice bir ağaç vardı. İki eliyle iyice kavradı kuyruğu. Tüm gücünü kullanarak kaldırdığı gibi ağaca çarptı. İsmail bu, çarpmaz mı? Kurttan acı bir feryat yükseldi. Varsın yükselsindi. Tekrar toparlanmaya çalışan kurdu kaldırdığı gibi bir kez daha çarptı ağaca. Bir kez daha bir kez daha derken o kadar çok çarptı ki, kurdun öldüğünü çok sonraları anlayabildi. O anda bıraktı. Zorlu bir mücadele sonunda bitkin düşmüştü. Farkında olmadan olduğu yere yığıldı. Farkında olsa yığılmazdı.

Sol omzuna baktı, fazlaca önemli bir yara değildi. Ama yine de bir doktora baktırmalıydı. Ağır bir yara olmasa da kuduz tehlikesi vardı. Aniden Hayırsıza çevirdi kafasını. Hayırsız bu defa hayırsızlık yapmamış, parçaladığı kurdun üzerine oturup hızlı hızlı nefes alıyordu. Gülümsedi İsmail. Bir badireyi daha atlatmıştı. Atlatacaktı tabi. İsmail’di bu. Her şeyden önce asil bir askerdi o.

Bitti
Günay Aktürk