Sonlunun İçindeki Sonsuzluk | Yazar Günay Aktürk

Sonlunun İçindeki Sonsuzluk

İçim Hakikat Dışım Kara Kitaplı Bir Organizma

sonlunun içindeki sonsuzluk

Ahh sonlunun içindeki sonsuzlukVarlığın birliği. Küçücük bir cam parçası kırılmış ve saçılmış etrafa. Saçıldıkça çoğalmış, çoğaldıkça türlü donlara girmiş. Ben! Yani ben işte! Bedenim dört duvar, tepesinde delikli bir dam. İçimde volta atmakta hapisliğinden habersiz bir aptal… İçim hakikat, dışım kara kitaplı bir organizma!

Yeni yeni anlıyorlar beni. Tarih boyunca çirkin bir çamur yavrusu diyerek küçümsemişler varlığımı. Demişler ki aslın bir balçıktır ve içine görünmez bir ruh üflenmiştir. “O yüce ruh sana sordu bir zamanlar. Ben senin rabbin değil miyim? Sen de tasdik ettin bunu.” Hatırla! İyi ama nasıl? Hangi zamanda sorulmuş bu sual? Ezelde. Kâlû Belâ derler adına: bezm-i elest. Anıların kayıt altına alınmadığı bir zamanda. Ruhların yaratıldığı bir gün olası… Şimdi kimselerin hatırlayamadığı bir cevap, inkârın suçuna delil olarak gösterilmekte! Gece karanlığında tanıksız bir cinayete mi kurban gidiyoruz yoksa?

Göz görmek ister, akıl da gördüğünü onaylamak. Gözün görmediğine akıl yalancı şahitlik yapamıyor işte. Ama bazen de öyle görüntüler olur ki onları göremesek de bütün deliller ona işarettir. Fakat bir iz olmalıdır ona dair. Buradan bir kurt sürüsü geçmişse birileri mutlaka görmüş olmalı. Ya işemiş, ya da ayak izlerini bırakmışlardır. Koyuna keçiye musallat olmadan gitmezler.

Yolumu kaybetmiş gibi mi görünüyorum? Beni atınızın arkasına bağlayıp kendi yörüngenizde yol almamı istiyorsunuz. Yolu yarılamadan yorulmuş bir kertenkeleyim kabul. Ama kimin ruhu tastamam dingin ki? Bir de benim yoluma bakın. Tarih tanıklık etti bana.

Yitik bir gerçeğim ben. Susuz bir vaha. Yolcusu katledilmiş yataklı bir tren… Hem kafesim hem de güvercin. Yemlendim asırlarca şaklaban vaazlarında. Şimdi sonu gelmez bir açlık grevindeyim. Ne olmak istediğim gibiyim ne de göründüğüm gibi.

Bir fırıncı benim tanrım. Ama su muyum yoksa bir un mu? Uzun saplı bir sopa mıyım yoksa alevli bir ocak mı? Ateş mi bana dokunmakta yoksa ben mi pişirmekteyim ateşi? Tüm bu sesler, zerresinde katır yükü ilhamıyla mı fısıldamakta kulaklarıma yoksa sonsuzluk mudur bu konuşup duran?

Kör müydü gözleri hakikatin? Sağır mıydı kulakları? Bilinci kapalıydı da benimle mi erdi aslına? Düzmece beceriksizliğiyle sürekli yok etti ve yeniden şekillendirdi. Sonunda fark etti kendini hakikat. O ben, ben de o. Ne demiş Hallacı Mansur: “Kâinat içinde bir zerre noktacık. Noktanın içinde, nokta onun içinde. Hem kâinatın içinde, hem kâinat onun içinde. O’ndan ama o değil.

O da benim gibi acı mı çekmekte şimdi? Yoksa bilincin en ilkel zerresi miyim ben? Yoksa ben, savruk bir generalin en önde can veren değersiz bir neferi miyim?

 

Günay Aktürk

Bir yanıt yazın