Dört Kapı Kırk Makam Ve Şeriat Kapısı | Yazar Günay Aktürk

Şeriat Kapısı Ve Makamları

Dört kapı Kırk Makam felsefesinin bu ikinci dizisinde Şeriat kapısı ve ilkelerini ele alıyoruz. Bu makale, 2006 yılında çok genç bir yaşta aramızdan ayrılan Eyüp canın yazılarından alınmıştır. Kendisini bitmeyen bir özlemle anıyoruz. Işıklar içinde uyusun…

Şeriat Kapısı - Birinci Yorum

Şeriat: Hacı Bektaş Veli’ye göre “Bir anadan doğmak.”tır. Osya İslam’da şeriatın anlamı daha ar olmakla birlikte insanın dünyevi ve ahiret yaşantısında uyması gereken tanrısal kural ve yasalardan ibarettir. Edip Harabi, bir şiirinde: “Şeriattır şeriattan içeri.” der.

Bir canlının dünya hayatına girerken karşılaştığı kural ve yasaklar kişiyi şekillendirme eğilimi güder ve bunu büyük orana başarır. Artık birey kademe kademe toplumsal tür ve gelenekler uydurmuştur. Her iki şeriatta da bireyler toplumsallaştırılırken İslam şeriatında bu kurallar tanrısal kabul edilir ve buna karşı gelenin cezalandırılması kaçınılmaz olur. Cemiyet yasakları ve bu yasakları ayakta tutan kural ve yasalar bireyin cemaat gibi düşünme ve uyum sağlama yükümlülüğünü getirir.

Bektaşiliğin şeriatındaki kurallar tanrısal ya da doğaüstü değildir. Bunlar ihtiyaç duyulduğu oranda ortada kaldılar. Yerine yenisi ikame edilebilir. Sünniliğin aksine Alevilikte şeriat baki, kalıcı değil, değişkendir. Toplumsal hayatın ilişkisel aktini oluşturur.

Bu açıdan baktığımızda, daha doğrusu Bektaşilik’teki şeriat kavramının penceresinden baktığımızda şeriat kuralları milletleri, dilleri, dinleri ve kültürleri (ya da bunların bütünlüğünü) meydana getirir. Başka bir sözle ifade edecek olursak her toplumsal yaşam bir şeriat üzerine kurulmuştur. Kısaca şeriat, toplumsallaşma/toplumsal kimliktir.

şariat kapısı nedir

Şeriat Kapısı - İkinci Yorum

Yine Anadolu erenlerinin büyük evliyası Hacı Bektaşi Veli’nin sözleriyle ifade edecek olursak şeriat: “Bir anadan doğmaktır.” Her varlık bu doğumla dünyaya gelir ve zahiri dünyanın çeşitli çeşitli renklerine boyanma suretiyle zahir olur. Ve bu vesileyle dünya içinde bir varlık haline gelen bireyin toplumsal yaşamına yön verecek kanun ve kurallarla, yani şeriatla tanışır.

Elbette her doğumun bir iptidası vardır. Evveli olmayanın ahiri olmaz. Ancak varoluş öncesi bir benliğe sahip olmayışımızdan dolayı bizim için doğum öncesi hep karanlık ve esrarengiz görünecektir. Kimi zaman da bu yitik cennet özlemi olarak geri dönen bu duygu, doğumla birlikte kaybedilen mutlak birliğin dönem dönem hatırlanmasından başka bir şey değildir.

Yeni bir dünyaya atılmış olmanın getirdiği kaygı ve korkunu çığlığa dönüşmesinin bir sonucudur, çocuğun ağlayarak dünyaya gelmesi. Çünkü doğan her can, edebi ayrılığı ve yalnızlığı derinden tadarak dünyaya gelir. Bir daha geldiği yere dönemeyeceğini anlayan can, ete kemiğe bürünmekten başka bir imkanı olmadığı için dünyevileşmeye başlar.

Şeriat Kapısı - Üçüncü Yorum

Kural Ve Yasaların Dünyası

Bir çocuğun dünyaya gelmesine vesile olan anne ve baba çocuğun kişiliğinin şekillenmesinde önemli bir rol oynar. Bir canlının dünyaya gelip gelmeme konusunda nasıl bir iradi rolünün olduğunu bilmemekle birlikte bugün bildiğimiz bir şey var ki o da anne ve babası olmak üzere, ne memleketini, ne kültür, din ve dilini, ne de ne kadar bir süre yaşayabileceği konusunda herhangi bir seçeneğe sahip değildir.

Doğduğu zaman ve mekanın bütün değer yargılarıyla yüz yüze gelen her canlı, hayatını sürdürebilmesi için gerekli olan her türlü maddi ve manevi yardımı dünyaya geldiği kültürden alır. Başka bir dille ifade edecek olursak, dış dünyanın toplumsal yapısını oluşturan ekonomik, siyasi, kültürel ve ahlaki değer yargıları canlının dünya içerisindeki yeri nispetinde onu forma sokar. Genelde canlının, özelde de insanın yaşamsal ihtiyacını giderme gibi önemli bir fonksiyonu olan hayati güdüler, canlının ayakta kalmasını sağlayan ilk bilincidir diyebiliriz.

Mertebelerin ilki olan bu aşamada, canlı zihinsel olarak zaman ve mekanın dar kalıplarına sıkışıp kalmıştır. Dış dünyası sadece beş duyu organının algılamaları nispetindedir. Dünya ve kainat karşısındaki yeri ise, çağının kültürel ve etik değerlerinin tuğlalarıyla örülü olan bir doğal sır duvarıyla kapalı olduğu için bir hayli karanlıktır. Para pul, şan şöhret, ihtişam, otorite gibi tahakküm elementleri öylesine güçlü bir çekim alanı yaratır ki birey farkında olmadan bu güçlerin devinimiyle sürüklenir ve kendi özgür iradesi sanır bunu.

Kişi farkında olsa da olmasa da kişiliğinin derinlerine kök salan bu tahakkümün sembolik evrelerini içselleştirerek ilah mertebesine yükselir.

şeriat kapısı ve dört kapı kırk makam

Şeyh Bedreddin‘in: “İnsanlar paraya pula, şana şöhrete tapar da, Allah’a taptığını zanneder.” sözleriyle dile getirdiği gerçekler işte bu gerçeklerdir. Bu makamdaki birey, yani şeriat kapısı ehli bir birey, günlük hayatın rutin akışı içinde yavaş yavaş uykuya dalar. Rüyasında gördüklerini gerçek sanarak boşluğa düşer. Ölüm, cennet, cehennem, sonsuz azap, gerilimler yaşatır. Bu gerilim çoğu zaman toplumsal şiddet biçiminde dışarıya yansır ve bireylerin ruhunda derin izler bırakır.

Şeriat Kapısı seviyesindeki insan, bir bakıma çıplak şiddetten örtülü şiddete geçen insandır. Modern dille söyleyecek olursak kırsal yaşamdan kentsel yaşama geçen insandır. Şiddet bütün boyutlarıyla toplumsal yaşamda mevcuttur. Fakat bu şiddet (gelenek, görenek, kırsal yaşamda) örtülü bir vaziyette toplumun bütün fertlerinde mevcuttur.

Bu kapıdaki insan her şeyi kalıplar ve yasalar çerçevesinde kavrar. Bir bakıma, beş duyu organının algılamasıyla oluşturduğu maddeler evreninde yaşar. Henüz mabut (tanrı) düzeyini aşmış, ilahi sıfata yönünü yöneltmiş olmadığı için, kendini bilme safhasından uzaktır. Dönem dönem karşılaştığı ölüm anıyla yüz yüze gelen şeriat ehli insan, ölüm ve yaşam arasındaki derin uçurumdan aşağıya bakarken derin bir korkuya kapılır. Bu korku onda derin bir gerilim yaratır. Bu gerilim ona aynı zamanda metafizik alemin demir kapılarını açar. Ve bu kapılar bir daha kapanmamak üzere sonsuza dek açık kalır.

Derinden sezilen ölüm korkusu bireyi toplumsal ahlakla kapatıp dünya içerisinde yalnız bırakır. Adem’in cennetteki yalnızlığı gibi.

Şeriat Ve Şiddet

Toplumsal şiddetin yol açtığı baskı sonunda bireyi şiddeti içselleştirmeye götürür. Bu içselleşme bireyi toplumsal ahlaktan kopartarak bireysel bir ahlak kurmaya zorlamaktadır. Kaygı, korku ve gelecek korkusunun yarattığı gerilim bireyin içsel evrenini harabeye çevirirken, aynı zamanda yeniden kurması için onu eyleme geçirir. Dünya karşısında tek başına var olmanın azamet ve esrarı, bireyin kendini ve kendi evrenini yeniden kurmasının hiç bitmeyen kudret gibidir.

Ancak o öyle bir hal almıştır ki el attığı her şeyin elinde kaldığı bir dünyada yüzünü fani varlıklardan baki olana çevirmeye başlamıştır. Çünkü ebedi olanın dışında bütün her şey varlık ve yokluğun derin uçurumunda yok oluyordu. Öyleyse hiçbir şey karşısına figan etmenin hiçbir manası yoktur. Hz. Muhammed’in ölmeden evvel ölünüz, deyişindeki sır işte bu sırdır. Nefs dünyasını yıkmadan semaların derinliklerine ışıldaklı bir gözle, yani can gözüyle bakması mümkün değildir.

şeriat kapısı ve makamları

Hz. Muhammed’in de zikrettiği gibi: “Sizler şu anda uykudasınız, ancak öldüğünüz zaman uyanacaksınız.” sözleri işte bu iki kapı (iki duvar) arasında “Ölmeden ölünüz” sözleriyle örtüşür. Bu örtüşme şeriat ehlinin göremediği bir evrenin temel dokusunu oluşturur. Dervişin bedeni zahirde kıpırdamadan dururken bile o uçsuz bucaksız iç alemlerde sürekli ve dehşetli bir devinim içerisindedir. O her an başka bir “şuanda”dır. Ama şeriat ehli onu daima aynı kalıp içerisinde görür, onun görünmeyen yanlarını hiçbir suretle sezemez.

Yunus Emre’nin “Bir ben vardır bende benden içeri.” demek suretiyle açığa vurduğu o özün hissedilmesi, ona kavuşmanın özlemi dayanılmaz arzusunu daima kamçılar. Ve artık o yere, yani Adem’in kaybetmiş olduğu cennete yeniden kavuşma isteğinin yarattığı çekim alanı, insanı önünde sonunda geçmişe, yani ilk varoluş anına doğru uzun bir yolculuğa çıkarır. Bu yolculuk, sonunda yolcuyu tarikat kapısının eşiğine getirir. Buradan sonrası tarikat kapısıdır. Yani uyanma kapısı.

Şeriat Kapısı - Dördüncü Yorum

Nefsin Yarattığı Evren ve Bu Evren Üzerine Kurulan İlişkiler Ağı

Yunus Emre’nin bir şiirinde dile getirdiği gibi: “Ete kemiğe büründüm, Yunus gibi göründüm.” düsturunda kendisini ifade eder. Metafizik açısından baktığımızda, beş duyu organımız vasıtasıyla dış dünyadan aldığımız duyumsamalar belli bir statüye göre dizgiye giriyor ve bu vaziyette nefs, yani “ben” oluşuyor. Bu nefs daha sonra bulunduğu zaman ve mekanın sosyal ve kültürel oluşumundan etkilenerek bulunduğu mevcut durumun özelliğini almaya başlar.

Örneğin bu nefs Almanya’da doğmuş olsaydı standardizasyonu Türkiye’dekinden farklı olacaktı. Kutup’ta doğsa farklı, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında dünyaya gelse başka olacaktı.

Şeriat kavramını genişletilmiş bir planda ele alacak olursak, içsel yolculuğa çıkmamış tüm insanları bu kavram altında toplamak mümkündür. 

Toplumdan topluma, ülkeden ülkeye hatta köyden köye önemli farklılıklar taşısa da zahiri anlamda insanların hepsi şeriattadır. Yani şeriat ehlidir. Kamil insanların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde insanlar arası ilişkiler daha paylaşımcı, daha dayanışmacı ve daha insancıldır.

Şeriat kapısı aynı zamanda nefs kapısıdır. Çünkü bir can bir bedene girer girmez nefsi oluşmaya başlar. Nefs içsel bir meseledir. Çünkü “ben”in oluşturuğu bir kuruntudan ibarettir. İçteki benliğin dışarıya yansımasıyla oluşan zahiri ilişkiler, nefsin dünya sultanlığından, yani daima sultanlığı dizginleştirdiği bir durum almaya başlar.

Şeriat babındaki insanların dini duyguları kendini zahiri ilişkilerin bir tezahürü üzerine inşa eder. Örneğin, Tanrı anlayışı, tamamen insani özelliklerle donatılmıştır. Kızan, taşan, öfkelenen, kıskanan, aynı zamanda bağışlayan, mükafatlandıran bir Tanrı anlayışı. Seküler alandaki yasama, yürütme ve yargılama organlarının işlevleri dinsel dünyalarına, melek, cennet, cehennem ve yargı biçiminde yansımıştır.

Şeriat ehli insanın Tanrı anlayışı iki kaynakta doğan bir ırmak gibidir. Birincisi ölüm, yani hazin ve kaçınılmaz olan son, ikincisi ise ölümsüzlüğü yakalama arzusu. Aslında bu iki durum Kuran’ın şeri yorumunda cennet ve cehennem olarak geçmektedir.

Geniş anlamda alırsak şeriat kavramını onun Doğu ve Batı’da iki ayrı put yarattığını görebiliriz. Özünde bu iki kült de aynı kapıya çıkıyor. Tek Tanrılı dinlerin dünya üzerinde hakim olma savaşları, Tanrı’ya ibadet edilen ve emreden büyük mabut özelliğini kazandırmıştır. Dünyanın Batı yakasında ise Ortaçağ’ın bilimiyle birlikte, insanın bütün varlık alanlarını kapatan, dışlayarak sadece us’un yarattığı varlık alanlarını hakim kılan rasyonel devlet ya da devletlerden toplum ortaya çıkmıştır. Her iki ucu da insanlığı büyük bir yabancılaşmanın eşiğine sürüklemiştir.

Doğanın tahribatından, insan ve insanın tüm varlık alanlarının tahrip edilişine kadar uzanan bir süreçte insanlık zahiri anlamda çözülmez bir sorunlar tufanına tutulmuştur. Hiçbir plan, program evrensel kargaşa ve yoksulluğu önleyemiyor, önlemesi de zaten beklenemez. Zira düzelme, yani kemalete erme içsel bir olgu olduğu için, dışsal değişimlerle temelden bir değişme, yani transformasyona uğraması mümkün değildir.

alevilikte dört kapı kırk makam

Aklın tarihte önemli bir rol oynadığı öteden beri bilinmektedir. Hayvandan insana geçiş sürecinde insanın soyutlama yapma yeteneği ve kendi benini keşfetmesi ona evrimin yeni ve gizemli kapılarını açmıştır. Önce dış nesneleri algılamış ve bunların işevi ve varlığı hakkında fikir yürütmeye başlamış, daha sonra ise dışa çevrili olan bilinç ışığını kendine, yani içe çevirmiştir. Bu geçiş aşaması insana mistik dünyaların kapılarını açarak kendi varlıklarını keşfetmişlerdir. Kendi varlığını keşfetme süreci ölüm ve hastalıklar karşısında kederli düşüncelere dalmış olduğu anlarda ortaya çıkmış olabilir.

Sonlu ve sonsuzluk duygusunu derinden hisseden ve bu metafizik karşısında düşüncelere dalan insan aklın önemli bir boyutunu keşfetmiştir. Büyük Alman filozofu Kant’ın şu sözleri akıllara durgunluk verecek mahiyettedir: “İnsan aklının bir bölümünün elde ettiği öyle çözümler vardır ki bu alanın bilgisinin sorusunu akıl ne yanıtlayabilmekte, ne de yok saymaktadır.”

Aklın belli bir seviyeye gelmesi insanın aklına hemen şu soruyu getirmiştir: Ben kimim, niye varım ve varlığımın evrendeki anlamı nedir? İnsan ölümlü müdür, o ot gibi bitip yiter mi, yoksa onun ölümden sonra da sürüp giden bir yanı var mıdır?

Bu sorulara yanıt arayan akıl günlük hayatın ruin akışı içerisindeki ilişkileri oldukça yavan ve anlamsız bulur. İçinde bulunduğu sosyal ve kültürel ortamın etkilerinden sıyrılarak yukarıdaki sorulara yanıt bulmaya çalışır.

Kendi varlığını keşfeden insan buna bir anlam yükleme zorundadır. Yoksa hayat baştan sona saçma olur. O zaman var olmak hiçbir erek taşımaz. dinlerin, kültür ve geleneklerini çekici ve kuralcı özelliklerini bütünüyle kafasından silmiştir. Bunları çocuksu ve yüzeysel bulur.

 

Eyüp Aktürk

Diğer Makaleler:

Comments
  • Yeliz dedi ki:

    Güçlü ve açıklaması olağanüstü bir yazı. Şeriatın açıklanması özellikle… Üstadı rahmetle anıyoruz 🌹🌹

    • Günay Aktürk dedi ki:

      Bektaşi bakışı çok şey kazandırdı bu felsefeye. Şeriatın sadece kuru bir tapınma olmadığı, yoldan habersiz her canın şeriatta olduğu gerçeğini bu felsefeden biliyoruz.